hayatın içinden


akşamüstü ilter emlak çevresinde gelişen bir olay. bir adam gelir ve konuşmaya başlar.. ufaktan bir muhabbete girişten sonra

- 17 sene profesyonel futbol oynadım ben belki tanırsınız beni..

ortam : yok çıkaramadık ama..

- allah allah.. bugün kaç milyarı kaçırdım ya. kupona bakın. son ayaktan yattım..

ortam : allah allahh

- param da bitti. bugün kızımın doğum günü. biraz para verirseniz kızıma pasta alıcam da :)

amcam : madem kızının doğum günü o parayı neden altılıya verdin sen ? yok para kardeş kusura bakma.

- bak yine doğruluğumdan kaybettim. kuponu göstermesem hiç bilemicektiniz bu durumu :) neyse size iyi çalışmalar kolay gelsin.


hikayeden çıkaralıcak ders : kumar kötü bir şeydir.

he bi de doğum günü muhabbeti her yerde kullanılabilir. güzel dümen.

28 ekim sabahı sınıfın en zeki çocuğu (o zamanlar çok başarılıydım) olarak 29 ekim müsameresinde (aslında müsamere yapılmıyordu bizim zamanımızda ama çok özeniyorum lan) aniden sahneye çıkmama karar verilmişti. bana şiir seçmemi söylemişti kolormatik neriman. sonra ne olduysa aniden vazgeçti ve bana: "bu şiiri okuyacaksın" dedi. akabinde örgü örmeye devam etti (örümcek neriman da denebilir). her neyse şiire baktım ismi "29 ekim" yani avangard bir çalışma gibi geldi. 2 kıtadan oluşan bu eserin bir cümlesinde "cumhuriyet fazilettir" diye bir şey geçiyor. devamında "tükenmeyen bir servettir." diye gidiyor. (e herhalde hatırlıyorum çok zor değil malum) neyse ama ben fazilet ne demek düşünüyorum. eve gittim evde de düşündüm epeyce. babama sordum cevap vermedi. benim babam lüzumundan fazla tek bir kelime bile konuşmayı sevmez. mübalağ etmiyorum sadece bir fazla kelime dahi etmez. selam verilir-alınır, gazeteye gömülür, namazı kılar ve uyur. "neyse bugün de keyfim yerinde şöyle bir ne haber diyeyim" dememiştir. huy işte. (özel hayata mı girdik ne? ayrıyeten freudçuluk yapanı lacan'a boğarım, uyarıyorum!) neyse babama fazladan şeyler sormamayı o ara idrak ettiğimden sormadım. anneme sordum bir şeyler dedi ama kendi de anlamadı sanırım pek hatırlamıyorum yalan olmasın. ulan kafayı yiycem ne demek bu fazilet? yarın birisi sorsa kime ne cevap veririm diye uyuyamıyorum. yatağa girdim gene uyuyamıyorum. bir garip rüyalar, heyülalar eşliğinde uyudum, uyandım. sanki gözünü kırpar açarsın ya bazen öyle bişeyler oldu. neyse okula gittim. annem geceden yıkamış ütülemiş önlük yakalık girdik yola. okulla evimizin arası pek bir yakın olduğundan hemen okula geldim. sahne ses ıvır zıvır kurulmuş. ben hala fazilet teyim. örümcek neriman geldi yanıma:

-ezberledin dimi acme?
-ezberledim hocam yanlız şey.. fa-

derken neriman bir kağıt çıkardı şimdi şu olacak, bu olacak, istiklal marşıydı, folklördü, horondu derken şu arada da sen çıkacaksın dedi.
o ara ben fazileti filan unuttum ne zaman çıkıcam diye düşünmeye başladım. neyse en nihayetinde köşede bekliyorum zaar gibi. bir yandan tekrar tekrar okuyorum derken neriman el kol işaretleriyle beni çağırdı o ara bir şeyler anons ettiğini hatırlıyorum ama ne dediğini hatırlamıyorum zar zor çıktım. mikrofonu ayarladı ama o zamanlar şimdiki gibi uzun boylu olmadığımdan iyice bir sıkıntılara girdim. o esnada şiiri de unuttum. bir yandan kafamı yukarı kaldırıyorum ama elimdeki kağıda bakıcam diye kafamı eğince ses gitmiyor derken fazilet kısmına geldiik. ve ben iyice havale geçirmeye başladım. heyecandan gözlerim doldu. bu sefer de yazıları okuyamıyorum. gözümün önüne sular birikti, dünyayla arama deryalar yığıldı sanki.
ve bitti. ama bir ara nerimanla gözgöze geldiğimi hatırlıyorum.
sahneden indim. bahçede dizilen sınıfımın en arka sırasına doğru gözlerimi silerek ilerledim. neriman'a baktım, manasızca bana bakıyordu.
tam arka sıraya girerken, baştan aşağı (saç bıyık ceket ayakkabı dahil) kahverengi giyinmiş ortaokulların coğrafya hocası gülümseyerek (sanki beni karşılıyo gibiydi adam) "fazilet ne demek biliyo musun?" dedi. "bilmiyom" deyip sahneye döndüm.
hala da bilmem.

yaşandı bitti saygısızca.


"cüppeler içinde kaldım atatürk"

ya da
nim o benim milletimin larda yüzen alsancak
ya da

rabbim kız okula geliyor, yaşasın cumhuriyet!

Politik bir tavır olarak: sorun bende değil sende


Başta medya olmak üzere her yerden aldığımız bir mesaj var: "çevreyi temiz tutun!"
bu mesaj ilkokuldan beri verilen bir mesajdır. temiz olmamız, etrafa çöp atmamamız, bitkileri ve hayvanları korumamız önerilir. son yıllarda ise bu insan merkezli yaklaşımdan, çevre merkezli bir anlayışa doğru kayma gerçekleşti. sadece insanlar için değil, doğal ekosistemin tümüyle korunması için biz insanlar üzerimize düşeni yapmak zorundayız şeklinde. hatta bunun üzerinden küresel yurttaş bilinci ve sorumluluğu konulu evrensel bir bağlama da çekiliyor. peki bu ne kadar doğrudur? sorun insanların bencilliğinde midir?


elbette öyle ama burada bütün suçun ve sorumluluğun halka mal edilmesi düpedüz ideolojik bir inkardır. sanki sorun bizim öznel tavrımızdaymış gibi anlatılıyor. yani ben etrafa pet şişe atmazsam ya da her diş fırçalamada musluğu sıkı sıkıya kapatırsam ileriki nesiller mutlu ve huzur dolu bir ortamda yaşar. bütün bu küresel pisliğin suçu bizim üzerimize yıkılıyor. devyarasa şirketler sürdürebilir kalkınma adı altında çevre politikaları üretiyorlar. yani yıllardır dünyanın anasını ağlatan onlar değillermiş gibi. pek müstesna meşrubatçımız coca cola, su kaynaklarını korumak için projeler geliştirdiğini güler yüzlü reklamlarla bize anlatıyor. ya da otomobil şirketleri hibrid modellerinin karbon salınımını düşüreceğini anlatıyor. sanki su kaynaklarının anasını belleyen onlar değillermiş gibi ya da hala yeterli otomobil üretilmemiş gibi anlatıp duruyorlar. bir de bunu lütfedip yapmışlar gibi bir dille anlatıyorlar ki ayar oluyorum arkadaş! bu yatırımlar "tamamen" varlıklarını devam ettirmek üzere yapılan yatırımlar değil mi canım benim. yani ben canımı dişime taksam BP'nin yarattığı kirliliği ömür boyu berecemem, keza her gün işi gücü bırakıp dünyayı mahvetmeye adasam kendimi, devasa şirketlerin kısa zamanda yarattığı kirliliği yaratamam. sorun benim sağa sola pet şişe atmamı engellemekle çözülecek bir şey değil. uzun vadede şu kadar enerji tasarrufu bilmem ne diye reklamlar yapılıyor. her gün 1 dk erken kapasak, 40 yıl boyunca bilmem kaç tane elektrik santrali bilmem ne olurmuş. ben 40 yılımı buna adamak zorundayım ama niyeyse bazıları çok faideli (!) mal, hizmet ve istihdam sağlamak üzre delicesine işler yapabilirmiş. yek yeaa.
elbette bu canımın istediği gibi sağa solu kirletebileceğim anlamına filan gelmez. ama bütün sorumluluğu ve hatta maliyeti üstlenmek zorunda olduğum anlamına da gelmemeli. maliyet demişken bu türden sosyal maliyeti ağır olan alanlarda faaliyet gösterenlere, devlet bir baskı uyguladığı zaman bu güzide tüzel kişilikler bunu doğrudan ürettikleri mala maliyet olarak ekliyorlar dolayısıyla yük gene vatandaşın sırtına biniyor. ama bu uluslararası şirketlere ya da devlete suç atılarak çözülecek mesele değil elbette. ekonominin genel düzenlenişi problemlidir. ama bu ideolojik oyuna son vermek lazım. yani suç ve sorumluluk kişilere yükleniyor. asıl suçlanacak olan ekonominin genel düzenlenişidir, bizim öznel tavrımız değil.

Doğrudan proteste etmenin imkansızlığı



geçen yaşar abide mevzular dönmüştü. boş ve işsiz olduğuma göre bilimsel bir makale olarak hazırladım. bi halta yaramayacağını bildiğim halde yayınlıyorum buyrun bilgilenin:



günümüzde meşhur olan radikal tavır alma hadisesinin sonucudur. güncel sol ve o dili sahiplenen toplumun genel hatasıdır. en meşhuru israil mallarının protesto edilmesidir. bu uzam bir kere açıldığı zaman, hemen hemen her şeyi protesto etme gerekliliğine kadar uzatılır. en nihayetinde milli ekonomi içerisinde üretilmiş mal ve hizmetlerden yana tavır almamız... söylenir. ve fakat bunun da sorunlu bir yanı vardır. küresel sermaye dediğimiz şey her yerde etkindir. zaten bu yüzden "küresel"dir. yani ülkemizde üretim yapan şirketlerin sermayesini incelememiz gerekir. örneğin yabancı ortaklar varsa en nihayetinde onları da protesto etmemiz gerekir. ya da bu malların ham maddesi ya da üretim araçları da ithal olabilir. bu nedenle kendimiz dahil her şeyi protesto etmeye kadar gider. bu kompluculuk bir süre sonra doğru bile olsa insanın öznel tavrına yönelir. yani hedef şaşar.
bu imkansızlığın nedenine gelirsek marksist mal fetişizmi dediğimiz hadiseyle ilgilidir. insan bir malı neden satın alır sorusuyla başlayalım? burada lacancı üçlemeden yararlanmak gerekir:

1. gerçek (doğrudan fayda sağlamak için): bir otomobil satın alırım çünkü günlük hayatımı kolaylaştırır.
2. simgesel (sınıfsal statümü belirlediği için): bir audi satın alırım çünkü sınıfımı belli eder.
3. imgesel (doğrudan haz almak için): bir audi satın almak ve kullanmak bana aşırı haz verir.

mal ve hizmetlerden genellikle bu üçü sebebiyle ilişki kurarız. günümüzde ise 1. ve 2. nedenler pek önemsenmez. bir kazak alırken kazağın faydasından önce bana haz verip vermediğiyle ilgilenirim. ilk ikisi daha önemli olduğu halde daha sonra gelir. üstelik haz alma dürtüsü diğerlerinden daha farklı çalışır. mal bir nyerden sonra her şeyle ikame edilebilir. yani kazak yerine cep telefonu da koyabiliriz. önemli olan satın alma eyleminden alınan hazdır. satın alma eylemi, eylemin sonucu olmaktan çıkarak eylemin kendisi olur. ayrıca 1. ve kısmen 2. maddeler somut bir gerçeklik üzerine kuruludur. 3. sü ise tamamen soyuttur. bir yanılsama üzerine inşa edilir. fakat bu bilinçli protesto mantığı bu soyutluğu sadece dile getirmekle aşabileceğimizi söyler. halbuki sır biçimin kendisindedir. onun sır olmadığını söylemek yeterli değildir. "sır" biçiminin formülünü reddetmemiz gerekir.
yani bu haz dürtüsü bilinçdışından kaynaklanır. bilinçdışı insanın kontrol edebileceği bir alan değil. sorun da buradadır. "aslında öyle olmadığını biliyorum ama..." yine de dayanamaz yok yere satın alırız. doğrudan fayda ve statü ise öyle değildir. bu bilinçle alakalıdır. yapıp-etme eylemi kontrol edilebilir. fakat haz alma dürtüsü bilinçdışından seslenir. üstelik bugün reklamlarda böyledir. diş fırçasından, bisküviye satın almamız için öncelikli ayartma her zaman "çok zevk alacaksın!" şeklindedir. bu süperego emri bombardımanı sürekli tekrarlanır. tatmin olmak için tatmin olmak üzere bir bilinç istemesek dahi geliştiririz. bu noktada malların bilinçli bir aydınlanmışlıkla protesto edilmesi imkansızdır. gerçek bir protesto mantığı bilinçli reddi dahi yok sayar. çünkü bilinçli bir red "almayacağım, yapmayacağım, etmeyeceğim!!!" şeklinde başlar fakat benlik bir süre sonra bu reddi olumlar ve süper ego emrine uyulmamasından dolayı tatminsizlik başlar."...tamam pes ediyorum hem nolacak ki" şeklinde vicdanı bir dümen çevirir. gerçek bir protesto sıradanlığın ya da ihtiyaçsızlığın temelsizliğini, soyutluğunu önermez. onu tümden yoksayar. ayföna ihtiyacımız olmadığını zaten biliriz. bu ihtiyacın gerçekliğini sorgulasak yine ikna oluruz. onun sihirli bir yanı olmadığını da biliriz. fakat bu ikna etmeye yeterli olmaz. "aslında öyle olmadığını biliyorum ama..." mesele bu gerçekliğin ya da malların bilinçli bir reddi her zaman kapsamasıdır. asıl gerçek protesto mantığı dedelerimizin ayfön ihtiyacıdır. dedem için ayfönun gerekliliği ya da gereksizliği gibi bir suni tartışma durumu zaten yoktur. gerçek protestocu dedemdir.
çünkü en baştaki ayartma bilinçdışıdır. tıpkı aşk gibi. herkese sorsak az buçuk ideal eşini tanımlar ama aşık olduğu kişileri sıralasak alakası olmayabilir ve muhtemelen o ideal eşi sunsak bir süre sonra kaygı ve red başlar. zira o fantazidir ve hep öyle kalmalıdır. yani kendimizi birinin özelliklerine bakarak aşık edemeyiz. kendimizi aşık olmuş vaziyette "buluruz". aşık olduğumuz için bütün o hareketler ya da dış görünüş bize güzel gelir. dolayısıyla tatsız sonlardaki teselliler anlamsızdır. onu unutmanın ya da vazgeçmenin bilinçli bir reddediş yolu yoktur. aşık olurken de yoktur, aşık olmadığımızda da yoktur. kendimizi onu unutmuş buluruz. yani o kızı unut demekle iş hallolmaz. çünkü bilinçdışında gelişen bir hadisedir. bilmem anlatabildim mi.
okuma bittikten sonra dinlenilmesi tavsiye edilen eser: unut onu gönlüm sevmedin farzet

klişe olacak ama örneğin dövüş klübü'ndeki hadise de böyledir. doğrudan protesto etmenin imkansızlığı nedeniyle bilinçdışı patlar. yani bütün o işleri bilinçle yapamaz. zaten bunu farkettiği anda kaygı başlar ve kafasını uçurmaya kadar gider.
benlik böyle de pis bir şeydir. fakat bu yıkıcı eylemlerin olumluluğundan söz edemeyiz zira bunlar gerçek birer eylem değildir. bilinçdışı patlamalardır. bütün o şiddet aslında kendi benliğine dönüktür. istemsiz kendine vuran el gibi.

Sevgilinin gözüne neden bakılmaz?

paralakstır. bütün o güzellemeler ışığında karşında duran insanın gözlerine bakınca sanki o gözün arkasında, derinlerde bir yerlerde gayya kuyusunu andıran bir döngüye kapılıp kaybolmaktan korkarız. tıpkı sapık'ta öldürülen kadının gözüne yapılan yakın çekimden sonra kanla karışıp gider deliğinden yeraltına giden su sahnesi gibi. altyapı uzmanı değilseniz ...tuvalet, lavabo vs. yerler de insana bunu anımsatır. yeraltında bilinmez bir şehir varmış gibi gelir. bütün pislikler de buraya doğru atılınca kayboluyormuş gibi gelir.



her neyse pisliği bırakalım işin güzelliğine gelelim. işte bu gayya kuyusunu andıran göze bakınca onun ardında ne var diye ani bir hamle yapıp gözünü çıkarınca ardında bir kaç okka et parçası buluruz. parçalayıp masanın üzerine koyunca işte sen buna bakıyorsun derler. bu paralaktik bir kaymadır. o sonsuzluğu andıran derinlik mi? yoksa masanın üzerindeki et parçası mı? ikisi arasındaki gerilimde yaşar ademoğlu. ne karşındakini büyütmektir deyip geçebiliriz, ne de bu ne ilahi bir güzelliktir deyip kapılabiliriz. her iki durumda da haddimizi aşmış oluruz. kesin bir şey söyleyemeyiz. işte bu gerilime paralaks yarılma denir.

yaşar abi'nin seyir defteri

bu gece yine yaşar abi'nin mekanında takıldık ve epey güldük. akıllarda kalanları yazalım.

yörük : abi çocuk gerçekten inançlı biri baya müslüman yani.

yiğit : aa müslüman yani .

nacar : yok amına koyayım ineğe tapıyor müslüman olcak tabi


-----------------------

ferhat : yaşar abi yaşar abi

yaşar abi : he canım

ferhat : abi şimdi 100 liran var. kazak ihtiyacın var ama çocuğunda mont istiyor. pazardan mont mu alırsın yoksa kendine kazak mı ?

yaşar abi : çocuğuma mont alırım tabi. çok önemli çocuk.

ferhat : bak işte oğlum mont satmamız lazım bizim pazarda. çocuk montu!

yaşar abi : durun bakın ben bişey anlatıcam. şimdi düşünün çırıl çıplağız dışarda.

yiğit : puaehaehafdgg aggagaggagjajaja

yaşar abi : gül gül sen ebenin amını göstercekler sana

ortam : oaıushfuasdhfdsyf7dsf

----------------------------------------

yörük : ya işte çok garip bir olay anlatamadım tam. böyle garip kızlar bizim dikkatimizi çekiyor. mesela bir kız var ders arasında biber yiyor. çok garip geldi o kız.

ortam : o nasıl bir alışkanlık öyle amk.

---------------------------------------

ferhat : LAN O DEĞİLDE SEN YERFISTĞININ KİLOSUNU BİLİYO MUSUN AMK?

ben , yiğit, nacar : uaeaheaahahha yer fıstığı ne lan haehah

ferhat : ne gülüyon lan yarrağam ?


--------------

neyse bu olaylara ben şahit olduğum için çok gülüyorum yazarken bile. sizin alakanız yok ama belki gülersiniz ama geneliniz gülmez. neyse böle işte.

davul





bu ikiliden çok sağlam davulcu bir yavrucak çıkar.

nasıl zengin oluruz ?

dün gece aslında her zamanki gibi sıradan bir geceydi. yiğitle beraber "yaşar abi" de oturup çay içerken gülüyorduk. gazetelere göz atıyorduk. sonra ferhat, nacar ve yörük geldi. muhabbet bir anda yatırım planlarına geldi. biz (efkan ben yiğit) daha 2 gün önce ziraat kredisi işini konuşmuştuk. arkadaşımız Sakin'de bu işle uğraştığından yiğite çok mantıklı geliyordu bu olay. e yalan sölemiyim banada mantıklı geliyor. yörük de okey veriyor. ama bir türlü nacar ve ferhat onaylamıyordu. ferhat bunun yerine "bir tezgah alıp pazarda basma satalım" diyordu.neyse konuyu uzat mıyım ? direk muhabbetleri yazayım.

"500 milyar alalım 2 orana basalım."

"yaşar abi nereliydi ?"

"100 milyara ahır kursak"

"daha samanın fiyatını bilmiyorsun"

"yaşar abi bir saniye sakinle konuşuyoruz"

telefonla sakin aranır ? "sakincim biz bu dediğin işi yapmaya karar verdik 'geliyorum hemen'"

"çocuk 92'li feleğin götüne parmak atmış"

"- aa ekmeğin içinde de süt var mı ? - yok amk ranch sos var."

"bu işin müdür ben olurum. orda çalışırım beni burada bağlanacak bir şeyim yok."

"3 milyara çorap tezgahı alırız arkadaşım bu işten 3 günde 15 milyar kazandı."

FERHAT : TAMAM O ZAMAN AMK TEZGAH ALIYORUZ !

kuzey-güney


bu akşam gene izledim de seviyom lan bu diziyi. kuzey sağlam bi kardeşimiz, güney tam bi sığır. bi de o tripleri iyi yapıyo hep bi serserilik kovalıyo filan. ama dizinin sevdiğim olayı para konusu. normal hayatta herkesin en temel olayı paradır bu dizilerde genelde olmaz. olsa da bi bölümde sırf para sıkıntısını anlatmak için hayatında ilk defa para sıkıntısı çekiyomuş gibi bütün bölüm bu konuya ayrılır. o konu boyunca saçma sapan bi kurgu yaparlar. ama burda normal bi para sıkıntısı olayı var mesela adamın. onun için dövüşüyo taksiye biniyo para kalmıyo bulaşık filan yıkıyo filan. bi de normalde o adam bu işleri yapacak biri değil dimi? dizide de o işe girince mesela bulaşıktan örnek vereyim. para bitiyo bulaşıkçı ilanını görüyo giriyo içeri ordaki adam dalga geçtiğini düşünüyo yani bi tipine bak sen böyle şeyler yapacak birine benzemiyon der gibi. yani normal hayatta da bu adam öyle bi şeye kalkışsa bu tepkiyi görür dimi. ha onu dizide güzel anlatıyolar yani.
ya da yakışıklılık güzellik meseleleri öyle. dizide uçak gibi kızlar oluyo ama sanki bu güzelliğinden haberi yokmuş gibi oluyolar. ya da o dizide anlatılan dünyadaki herkes güzelmiş gibi. o da burda iyi anlatmışlar. dizideki kızı da beğenmiyomuş insanlar öyle yazmışlar baktım demin. bence iyi yani güzel iyi de oynuyo gibi. drama olarak bence başarılı olmuş bu.

Sosyalist ilerlemenin motorunun ÖZELEŞTİRİ olduğu yolundaki o eski Stalinist şiar


-sp olarak bu ara kendimizi sorguluyoruz. dertliyiz, sıkıntılıyız, çeşitli konularda yardıma ihtiyacımız var. geçen yiğit kerem filan buluştuk dün de özgürle filan konuştuk mevzular hep aynı eksende dönüyor. biz baya büyümüşüz harbiden. kaç sene oldu lan neler yaşadık neler. ama bu ara kendimizi sorgulama şeysine girmişiz herhalde. kimse napıcağını tam olarak bilmiyo. hayata adapte olma konusunda başarısız olmuşuz kabul etmek lazım. uzun sohbetlerden aklımda kalan bir iki cümle var mesela özetliyo harbiden:

mezar turizm: "biz o insanlara gülerken meğer onlar hayatını kuruyomuş ufaktan"
yiit: "benim hayatımda bambaşka sorunlarım var abi"
snow: "müzik yapacaksan bu işe gerçekten kendini adaman gerekiyor"
acme: "... amk ya"

-yani atıyorum kerem yıllardır müzikle ilgili birşeyler yapar özgür filan da öyle ama nedense abuk subuk insanlar bişeyler yapmışken bu adamlar oldukları yerde sayıyo genelde. kendini bi halt zannetme değil bu cidden kendimizi sorguluyoruz lan öyleyse normal olan bu demekki filan dedik herhalde. ama keremin dediği gibi biz baya kapalı bi sosyal yapı içindeyiz. fırsatları umursamamışız. yaptığı işi ciddiye alamayanlardanım ben mesela. benim yazı yazma yeteneğim var diye düşünmedim hiç. yani arada oluyo ama ben inanamıyom harbiden. mesela tek inandığım şey lisede 95 aldım kompozisyondan. o hoca kimseye iyi not vermezdi ben almıştım mesela o dur yani. ama bir yola giremiyorum mesela. herhangi bir yayın işinde olsam nolur demiyorum. çnükü hakkaten kızıyorum bu memlekette cidden abuk subuk insanlar yazarlık yapıyo. geçen birini gördüm 87 BİN takipçisi olan bi şayir. kendine de şayir diyo. şiyir yazarmış. ulan o benim şeyimdi lan diye ufaktan bi sinirlendim ama yazdıklarına baktım 2 kitabı var adamın. iyi dedim bi bakim hiç görmemiştim daha evvel sonra okudum biraz evlerden ırak yani çok ucuz şeyler lan bunlar. popülizmden bahsetmiyorum. popülizmi ben seviyorum. sevmesem de anlıyorum yani mesele o değil. ortada bi hakikat var yani bu benim beğenilerime göre değil gerçeğin dilinden konuşarak söylüyorum resmen bok gibi. bu adama hangi yayıncı el vermiş nasıl güvenmiş aklım almıyo.

-ayrıca yiğit para kazanmak için 0 faizli destek kredisi çekip 10 kişi birlikte mandıra işine girmemizi önerdi. ben seviyorum bu şeyleri. ben tarım konusunda düşünmüştüm mesela. organik tarım bugün hakkaten iyi bi pazar. ama mandıra fikri de güzel. tartıştık baya. hatta biz alırız inekler ölür üzerinden muhabbet açıldı. mesela girmişiz bu işe ve daha ödemeler başlamadan sabaha karşı telefon çalıyo. "abi inekler öldü" diyo çalışanımız. "nası öldü oğlum?" "ne biliyim abi yediği bir şey dokundu herhalde." diye yanıt veriyo. gözümün önüne mandıranın kapısını açınca yerden yatan ineklerimizin görüntüsü geldi. bi kaç tanesi kalmış böyle can çekişiyo onlar da. yani risk, iş hayatının en vazgeçilmez olayıdır.

-sonra her zamanki (evet her zamanki) pideciye gittik. 2 pide söyledik keremle. sonra ben tuvalete gittim kereminki gelmiş benimki yok. adama sordum siparişi not alan çocuk yanlış yazmış. hemen hazırlıyoruz abi dedi ama tepki vericek havamda değildim. ben eskiden bulaşık bi insandım lisede filan. ama şimdi hiç öyle değilim. gerçi sabırlıymışım ben öyle diyen de var. ama en son askerde kavga ettim mesela. artık kimseyle tartışmak istemiyorum. cidden elimden kaza çıkacakmış gibi geliyo. öfke patlaması filan gibi değil. ben sakin bir insanım ama cidden kendimi kontrol etmekten bıktım. şuursuz bi adam oldum iyice ben. neyse işte sonra geldi pideler mideler kitaplardan filan muhabbet ederken arkadan murat menteş geçmiş. kerem söyledi. o ara dışarda otursaydık atlardım hemen gel abi çay içek bizim bazı sorunlarımız var diye. sonra bir zamanların en hit parçası olan ilvanlım şarkısını söyledik.

-arkadaşlarımı seviyom yazısı değil de bana benzeyen (benzerlikten kastım aynılık değil) insanların sorunları genelde aynı. kendimde gördüklerimi onlarda görüyom mesela ama daha baskın olarak mesela. kerem mesela içimdeki acı gerçekleri yüzüme söyleyen umut verici olan sesin sahibi. yiğit, tembelliği bırakıp çalışkanlığa geçmeye çalışmamı hatırlatıyo. özgür, her şeye rağmen insanları rahatsız eden o içimdeki umarsız rahatlığı temsil ediyomuş gibi. yani o kendi kendime düşündüğüm, hissettiğim şeyler canlanmış karşımda konuşuyo gibi geliyo. hayatımın en boktan dönemindeymişim gibi geliyo.

-aypoddan şeyi dinliyom mfö-psikopat. şarkıdaki kemanlı bölüm için dinliyom sırf. arabam olsa son ses gezerim. aslında son ses gezmem tam o kısma gelince son ses yaparım. neyse bi de kim bu gözlerindeki yabancı dönemlerimi özlüyom.

(http://www.youtube.com/watch?v=p0MoDyUzXXY)

nası rahattı o ara kafam. aynı böyleydim elim cebimde yurtta boş boş geziyodum gülüyodum dad dad dararirarira riiiirariram diye mırıldanıyodum. cidden çok özlüyom lan.

-şu işleri yoluna koysak ne güzel olucak. kerem askere gitsin gelsin, yiğit 18 milyar maaş alsın, özgür repe geri dönsün.

boğazda bir yalı için

Bu aralar aklımız fikrimiz para kazanmak, zengin olmakta nedense. muhabbetlerimizde para ekseni etrafında dönüyor. kendi kendimize saçma iddaalara gidiyoruz. mesela geçenlerde boğazdan geçerken,

ben : boğazdan yalı vericez deseler boğazın bir kıyısından diğer kıyısına yüzer misin ?

yiğit : yüzerim tabiki

ben : ama şubatta ? - 20 derece.

yiğit : düşünmem atlarım

ben : 1 saatte geçeceksin karşıya ama..

yiğit : ciğerlerim patlayana kadar yüzerim ağzımdan burnumdan kan gelse vazgeçmem.

yine başka bir gün yemek yiyoruz. acı bir turşu yedim ve gözümden yaş geldi. güldük. devamı,

ben : bundan 10 kavanoz yiyeceksin karşılığında boğazdan yalı vericez de..

yiğit : yerim tepesindeki sapına kadar yerim hemde

ben : ama katıksız. ekmek, su yok.

yiğit : yerim.

ben : yarım saatte yiyeceksin ama..

yiğit : midem delinse de, ağzımdan kan gelse de yerim ne olacak 1-2 sene mide ağrısı, göt sancısı çekerim geçer sonra.

bu muhabbetlerin hepsinde yiğit'e hak veriyorum ve bende aynısını yapardım diyorum. kısacası biz boğazdan yalı istiyoruz..

Dinle


Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında
Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar

bugün ablam tel şehriye almaya gönderdi zaten ölmüşüm yolda kafam kuyruk sokumum hepsi kendi cumhuriyetini ilan etmiş gibi ayrı gibi çalışıyo bi de markete yollandım küçük çocuk gibi. neyse markete gittim aldım tel şehriyeyi. tel şehriye 1 liraymış bu arada. aklıma da bu dize takıldı. söyleyip duruyom. apartmandan içeri girdim şekilli giyinmiş bi kız vardı. faturalara filan bakıyodu posta kutusunu karıştırıyodu işte. yanından geçerken yavaşladım bu şiiri okudum. sonra aniden döndü korktu herhalde. sonra merdivenlerden çıkarken devamını okudum biraz. sonra bana baktı ben de ona baktım. eve çıktım.
bunu kırmızı ışıkta durup yayalara, durakta bekleyenlere filan söylemek istiyorum. günlük hayatın içinde bu tip çıkıntılara yer vermek lazım. şiiri halka indirmek lazım. kasiyer mesela bi yandan süttür, peynirdir, tuvalet kağıdıdır okuturken makinaya, kendisi bi pasaj okusa, ya da manavlar domates tartarken böyle yapsa ne güzel olurdu dünya.

kağıt bebeklerin dünyası


Bugün ben, dolap yiğit, ferhat ve sevgilisi pınar cevodaydık. ferhat ve pınar yüzük bakarken ben karşımızda duran charles & keith mağazasının vitrinindeki manken resmine baktım. Üstede koydum mankenin resmini. tam bu poz değil ama bu manken vardı resimde eminim. yiğite dönüp

B : böyle bir sevgilimiz , karımız olsa dünyanın sonumu gelir amk. böyle bir sevgilin olsa ne yaparsın ?

Y: valla sana söliyim mi. böyle sevgilim olsun 5 vakit namaz kılarım sürekli ibadet ederim allaha şükrederim böyle birini bana nasip ettiği için.

B: aynen bende öyle yaparım. haftada 1 kere de şükür namazı..

Y: mesela dese bana "keremle görüşmeni istemiyorum" görüşmem kanka senle bir daha ömür boyu yüzüne bakmam.

B: ben bu istesin anam babam hariç kimseyle görüşmem lan. baksana şuna.

böyle bir muhabbet geçti sonra çağlayana geçtik. orada ki olayları da sonra anlatırım.

çok sıkıcısınız amunikeyim


lan internet aldığıma pişman oldum. gasteler, filmler, kitaplar, süper ligler, bloglar, twittercılar, ünlüler, youtubelar, sözlükler, feysbuklar ne sıkıcısınız olum siz.

arctic monkeysin son albüme baktım mesela harbiden kötü. yorumlara bakıyorum "hazmedilmesi gerekiyor " diye güya laf. amk bi önceki albüm de farklıydı bu tarz bi albümdü ama güzeldi şarkılar canlıydı bu albüm de aynı havada işte daha "ayakları yere basan melankolik" bi albüm bazılarının deyimiyle ama kötü amk dinleyici için bi hayal kırıklığı ötesi yok. diğer proje işlerine devam etsinler böyle yapacaklarına daha iyi yani ne bu. illa bi anlam çıkarıyosunuz hemen. eskilere bakınca 10000 kere de dinlesen bi bok olmaz işte bu albümden.

bu ara bi de onur ünlü baya meşhur olunca hep bi şiirleri, dizileri, filmleri filan çok övülüyor. ben de severim ama iyice bi garip oldu artık. herkes leyla ile mecnun izliyo, murat menteş okuyo, ah muhsin ünlü şiirleri paylaşıyo. yakında alper gencere de el atarlar bekliyoum. sanat alemimiz genelde benzer tiplerden, benzer işlerden oluştuğundan insanlar sıkıldı herhalde bunun için yöneliyo biraz da. lakin birisiyle bişey konuşuyosun mevzu oraya geliyo hemen. tartışırken de hep oralardan laflar filan olunca sıkılıyom hemen.
"ne ikna edici bir intihar girişimidir..." -değil amk!
"ama bak bir erkeğin hayatında..." -yoktur amk!
ne lan bu?
ben de seviyorum ama ben şunları seviyorum:

"güleceğim tutuyor
kızağımı kırdım çünkü
kırıldı orta direkler
güleceğim tutuyor bu yüzden"

yahut biz biraz erken tükettik herhalde.

akademik tartışmalar daha bi sıkıcı sonra ben yorum yapınca anlaşılmaz oluyorum. ama öyle yani artık felsefe aleminde en popüler figür zizek mesela. 4-5 sene evvel önce takip etmeye başladım hala da izlerim. adam yıllardır anlatıyor ama o bile saçma sapan yorumlara ya da sahiplenmelere maruz kalıyor. bizdeki tartışmaların geriden geldiğini, sıkıcı ve kısır olduğunu yeni anladılar herhalde şimdi radikal gazetesi sürekli çevirilerini yayınlıyo. bugün de türkiyeyle, israille, çok kültürcülükle ilgili yorumların olduğu röportajını yayınlamışlar. tesadüf, EAP ın ruhuna mütevazı bir katkı diye yazdığım şeyde bahsetmiştim bundan.

şahsen ben teorisini destekliyorum, okuyorum, takip ediyorum. ama benim yakınlığım, onu okumadan önce de öyle düşündüğüm içindir. hayatın anlamını bulmak gibi bir şey değil tabi bu. öyle bir iddiası da yok zaten adamın. öyle görülen filozoflara da tepkili bir abimizdir zaten. mesela derridacılar, baudrillardcılar bu yüzden sevmiyor. -cı lar, evet. neyse bakış açısı olarak (paralaks) ben zaten öyle bakıyordum meselelere, ama benim düşüncelerim ona göre daha sistemsiz ve basitti tabi. o açıdan bi yakınlık duyuyorum ve niyeyse bana pek "anlaşılmaz" gelmiyor. çünkü kurduğu dil yüzünden "anlaşılmazcılık"la da suçlayanlar bana komik geliyor.
alışmışız çünkü marx okumadan marksist oluyoruz ya da kuran okumadan müslüman olabiliyoruz. kelime-i şahadet yetiyor gerisi de allah kerim.
zizek'in popüler olması bir açıdan anlaşılmasa da sinemadan, edebiyattan bol örneklerle teoriyi anlatması. daha da önemli entelektüel camianın ucuz saydığı şeylerle de zengin okumalar yapabilmesi.
bizde de ekşisözlük gibi popüler yerlerden sallayan sallayana. hakkında 2-3 kişi dışında net bir yorum yazabilen yok.bu sözlük hadisesinde mesela kafası almayan adamlar ama konuya biraz ilgili olanlar "kısaca deleuze baba domaltmıştır yea" diye yazmışlar " gilles deleuze vs. slavoj zizek" başlığına. sonraki yorumlar daha vahim. biraz daha konuya hakim olanlar da onaylamış bunu ama nasıl "yaptığını" yazamamışlar. "anti-ouidipus" a biraz değinmekten başka bi halt yok.

bu, kitaplarının doğru dürüst okunmadığının kanıtı herhalde. çünkü kolayca benimsenmesi ama anlaşılmadan savunulması cidden çok gereksiz. bizdeki entelektüel tartışmalar biraz da akademik sistemimiz yüzünden epey geriden geliyor. halbuki herkes bilgiye kolayca ulaşabiliyor(!) insan beyni dışardan gelen bilgiye karşı algılama sınırı saniyede 7 bit'miş. internet hızımızın saniyede 100 megabit olması bir anlam taşımıyor. burada yine zizek'ten "bugünün sorunu, insanların bilgisizliği değil, aşırı olarak bilgilendirilmemiz ama bu kadar bilgiyle ne yapacağını bilememiz." cümlesi bu yüzden anlamlıdır.
bu adama karşı tez üretebilecek bir alandan yoksunlaştıkça, postyapısalcılara bel bağlayanlar ya hala buralardan yanıt vermeye çalışıyorlar ya da kabulleniyorlar. en kötüsü de zizekin söylediği gibi "benim en büyük korkum dışlanmak değil, kabul görmek" cümlesi de bu yüzden anlamlıdır.

neden kötü? çünkü sömürüyorlar ya da yanlış anlıyorlar. büyük oranda yanlış anlaşılıyor. çünkü, atıyorum derridayı sahiplenen kafa, bu adama da aynı kafayla bakıp anlamaya çalışıyor. hayatınlarını değiştirecek, kilitlenen, kısırlaşan sorunlara hap gibi cevaplar verecek sanıyorlar.

bu yanlış anlamalara en son lady gaga olayı tüy dikti. magazinleşmesi sorun değil bence ama bi aklı evvel yazmış mesela et giyme olayına verdiği söylenen (yanlış anlaşılan) cevaba ilişkin: " ve onun etten elbisesinin aslında kadın vücudunu et gibi gören ataerkil baskıyı anlattığını öne sürdü."
canım kardeşim, bu adam asla böyle bir şey söylemez. magazin kısmı bu açıdan önemli değil ama bu yanlış anlama önemli işte. böyle bir şeyi öne sürdüğü iddia edilen "communism knows no monster" yazısını da okudum ve alakası yok. hani hiç okumasam da emin olun "dünyada bunu söyleyecek en son adam o dur" derdim. bu haberi yazan da radikal gazetesi. her gün zizek'ten haberler yapıyor ama zahmet edipte 1968 kitabındaki ataerkillikle ilgili yazılarını okumuyorlar hiç.
bu adam tam tersini iddia ediyor zaten. gerek kadın, gerek simgeler, gerek protesto, gerek ataerkillik konusunda bu tarz yorumlar yapanlara karşı çıkıyor. adamın karşı çıktığı fikirleri onun ağzından aktarmak harbi andavallık. bu yüzden kabul görmese daha iyiydi. siz tutun bütün tezi tümden yanlış anlayın sonra her allahın günü çeviriler yayınlayın.

bu yanlış anlamanın nedeni artık modası geçmiş postmodern teorisyenleri (baudrillard'en tutun derrida'ya kadar...) sahiplendikleri gibi sahiplenmeleri derken bunu kastediyorum hap gibi cevaplar bekliyorlar. eski tartışmalar artık kilitlenmiş çünkü yeni bir soluk arıyorlar ama bu tarz bi benimsemeyle ya da sömürmeyle ikonlaştırılması iyiye alamet değil. filmlerden, ucuz romanlardan, önemsiz hikayelerden, günlük hadiselerden örnekleriyle zaten dikkat çekici ama mesele "lady gagayla aşk yaşayan marksist filozof" olarak anılması değil, yukardaki gibi "büyük" yanlış anlamalarla sıradanlaştırılması üzücü.

bu açıdan nasıl okunması gerektiğini de açıklamak bence farz. çünkü kitaplarına bakış açımız da bir garip. sık sık benzer metinleri kullanıyor ama anlaşılması açısından önemli. ben canım sıkıldıkça paralaks bakışa göz atarım hep. o zaman kadar yazdığı metinlerin hemen hepsini içerdiği için temel eseri zaten. bir de 3 bölüm artı 2 bağımsız kısımdan oluştuğu için baştan sona doğru okumak zorunda kalmıyorsunuz. toplayınca baştan sona kaç kere okudum hatırlamıyorum o yüzden ilk bölümdeki gibi pasajları tekrarlandıkça ve diğer düşünürlere de az çok hakim olmanız gerekiyor. gün geçtikçe eksikleri de anlaşılıyor sonra eleştiri yapmak daha kolay oluyor. körü körüne bir bağlılık kurmaktan kaçınmanın yolu da bu zaten. o yüzden geniş bi algı gerektiriyor. 1968 kitabı takip edenlerin bence gerektiği kadar önemsenmediği tematik bir seriden çıkmıştır. hatta kitapçık desek daha iyi. serinin matrix, stalin, david lynch üzerine yazılmış kitapları bi yana, bu kitap aslında gayet genel ve güncel durumumuzla alakalı. devrimcilik meseleleri, bugünkü solun kavranması ve geleceğe karşı tavrımız açısından fikirlerinin özeti gibi. bu kitaba verdiğim değerin boşa olmadığını, 2011 model "ahir zamanlarda yaşarken" çıkınca anladım şükür.
1968 kitabında artık teoriyi kurmaktan ziyade "iyi hoş anlatıyosun da şimdi ne yapmalıyız?" diyenler için konuyu daha fazla açıklamış. postmodernlere de yanıtlar mecvut. ve "radikal kafasındakiler" için "hazırcevap" arzularını karşılayan bir kitapçık. bence teoriyi idrak edenler için son bir özet çalışması. ama bu kitaba atıf yapanı görmedim henüz ben mi çok ciddiye aldım derken son kitabı çıktı işte. lacan ve hegel, zizek için nefes almak gibi demiş birisi. lacan için "yamuk bakmak"ı öneririm. hegelciliğini anlamak içinse "ideolojinin yüce nesnesi" kitabı (bugün kendisi pek beğenmese de) ideal bence. aslında bunlar zaten gereken şeyler. 1968' kitabındaki özetle zizek'in olayı bir tür projedir. "marksizmin dünya çapında meşrulaştırılması" diyor. 4 çıkmazda ele aldığı kapitalizmi bir tür dupuy'un"proje zamanı" dediği fikriyle ilerletiyor ve bunu da ahir gün gibi bir tür hesaplaşma algısı yaratarak oluşturmak istiyor.

radikaldeki röportaja bakınca tartıştığım insanlara anlatmaya çalıştığım şeyleri görmek hoşuma gidiyor aslında. yıllardır marksist olan arkadaşlara hegel okumadan bu işi kavrayamayacaklarını anlatmaya uğraştım, israile karşı tavır konusunda biz müslümanların israili şeytanlaştırma meselesinin bir yerden sonra ciddiye alınmamasının nedeninin, siyonizmin zaten bir tür yahudi karşıtlığı yüzünden olduğunu anlatmaya çalıştım, çok kültürcülük ve hoşgörünün bizde zaten var olduğunu söyleyince niyeyse "saf" bi osmanlı övgüsü zannediyolardı. ama bi yerde anlaşılmaz oluyor tabi ben bu kadar iyi anlatamıyorum.

ama radikal' başta olmak üzere medyanın ve bizdeki kesimlerin bu ilgisi, en başta söylediğim gibi postmodern teorisyenlerde medet kalmayınca ortaya çıkan zorunlu bi kabullenmeye benziyor. bizim entelektüellere balkanlarda lanları bizim tezlerimize yakın bir biçimde zizek anlatınca kıymetli geliyor. "belki de bugün avrupanın tamamı osmanlıya benzemeli deyince" kendimizi yeniden keşfediyoruz. bence medyadan ziyade akademik camia için ya da kuramcılar için diyelim bu kabullenme yağmalamaya dönüşmesin. bu açıdan alain badiou da bu tür gazaba uğraması yakındır.

Yeni sezon hazırlıklarımız


SP durmaksızın yoluna devam ediyor...

Knock the fuck out!!!



boksu çok seviyom ben ya işte bu yüzden seviyom

eski şampiyon, uzun süre sonra bırakıp geri dönen mayweather a.k.a. pretty boy hafif siklet ünvan maçında dengesiz ortize güzel bir hayat dersi veriyor: önce pislik yapıp sonra özür dilemeyle düzelmez bazı şeyler. sonradan ringe zıplayan 50 cent de mayweatherın kankası bu arada.

Why would you?



bu film de en sevdiğim şey şurda şu kadının "why would you?" diye gülen hali.
çok sevimli lan : ) çok doğal duruyo. aynı şekilde tomeyto espirisindeki "tomato" deyişi de öyle.
ama normal hali çok nötr. itici bile denebilir.

mezar turizm kardeşimiz daha önce bahsetmişti "bazen batılılara özenirim" diye. mısır gevree kısmını sevmiyom ben edirnede kahvaltıda hep ondan yerdim genelde tiksindim. bi de normal yemek severim. yemek yemek önemli bişey benim için. ucuza getirmemek, aceleye getirmemek lazımdır. harbi yemek kültürü çok güzel bişey bence. herkes sever de çoğu insanın ağız tadı yok.
sırf doymak için yememek lazım insanların en büyük refahı yemek yeme konusunda sağlansın ve herkes mutlu olsun isterim. havyarlar, şampanyalar aksın evet. E diye bi kanal var ya orda bi adam vardı et uzmanı ama görseniz neler neler. nerdeyse pırlanta fiyatında etler var. ama hayvanlar da öyle soyu sopu belli. hayvanların soyağacı senin benim soyağacımdan daha iyi biliniyo. bi tane hazırladılar mesela adama özel. böyle mangal olayına girdiler ama ete özel hiç bi sos yapmadan pişiriyo tabi şahane görünüyodu tabi tadı allah bilir nasıldır. öyle bi meslek lazım insana. geze geze asım göre göre asım kıyı kıyı gezicen yiyecen paylaşıcan milletle.

aslında bizde genelde amerikan kültürüyle beslenmeye alışkınız artık ama onun da kötüsü geliyo mesela özel hamburgerciler yeni yeni açılıyo. bizim bi abinin mekanı var mesela orduda oraya bi usta almışlar mesela bi hamburger yapıyo piiiuuff yani zincir tükkanları olan hamburgecilerde doyurucu bi menüye vereceğin paraya o mekanda daha mis olanı yiyebiliyosun. üstelik daha temiz.

yani yeri geldiğinde taco, kanlı biftekler, vanilyalı kolalar, çiiz kekler, yabanmersinli turtalar, yumurta-kurufasulye ve ev yapımı sosisli kayfaltılar, italyan şarküterisinden sandviçler, pekmezli krepler de arada güzel olurdu. ha bunların ülkemizde de var ama olmayanlar gelsin demiyorum. gelecekse mesela adana kebabı istanbul'da her yerde var ama asıl hali adanada yeniyorsa öyle olsun istiyorum. çünkü diğer türlü ayağınıza gelince sırf ticari bi kaygıyla geliyo. öyle olmayan yer de az. frençayzing olayına karşıyım. vedat milor abinin dediği gibi fiyat-kalite dengesi olması lazım. bizim güzel bi deyimimiz var nedir o?
"yerinde yiycen"dir. her şey yerinde güzeldir o zaman onun adı kültür olur. diğer türlü yerellikten çıkar.

mesela şimdi sabah ve ben açım. italyan kayfaltısı tatlı olur derler kek, kurabiye filan. ya da amerikalılar gibi daha böyle krep mirep ya da türk usulü geleneksel köy kahvaltı sofrası da iyi mesela ama benim en sevdiğim ingiliz usulü. uzakdoğu sofraları hep ufak böyle tuzsuz, soya soslu, lokmalık duruyo ama kore mutfağını kendi fast food şeysi varmış mesela. bizim döner gibi dünyada artan bişey olucak diyolar. adını unuttum ama orda bi yemek vardı çok güzel gözüküyodu mesela.








sabah için ağır deniyo bizim damak kültürümüze pek uymuyo hani kurufasulye ve bol etli ama bence şahane en güzel yanı o. yağlı ekmekler, soslu sosisler filan mis gibi ya la..
acıktım amunike



Sülalene en boktan kapkaç




afganistan diye bir yer var. united states of amewrica diye bir yer var. afganistan gelişmemiş ve radikal islamcı Taliban adlı bir grup tarafından yönetilmiştir. Batı, el kaide ve terör nedeniyle afganistana girmeyi uygun görmüştür. insanlar ölmüştür. bir zamanlar çok kişi vuruldu çünkü.

afganistan denilen yerde parayla satılan eşinden kaçı sevgilisiyle yaşayan bir kadın ve sevgili recm edilerek öldürülmüştür. bazı insanlar bunu görüntülemiştir. ingiltere diye bir yer vardır. bu da afganistana giren kafadır. tarihinde iki kere işgal edilme tehdidiyle karşılaşmıştır ve biri zaten asılsız bir olay olarak tarihe geçmiştir yani 1 kere desek yeridir. ingiltere bu kafa rahatlığı yüzünden demokrasi anlamında en ileri devlettir. bir zamanların efendisidir. daily mail diye bir haber ajansı vardır. kendileri bu ülkenin haber ajansıdır. daily mail, bu haberi, afganistadaki insan hakları ihlalleri ve ayıbı adına yayınlamıştır. islam diye bir din vardır ortaya çıktığı çağın bir kaç ışık yılı ötesinde yenilikler getirmiştir. tarih diye bir ilim vardır. dileyenler tahlil eder. türkiye diye bir yer vardır. hürriyet diye bir gazete vardır. türkiyede türkler yaşar. genç ve ileri bir fikrin örneği olan ekşisözlük adlı sosya medya aracı vardır. etiyi püsküüt zanneden insanlar buralarda yazabilir.
acme diye bir şirket vardır dayanamaz lafa girer.

"Taliban, devamlı, kurallarını korkutma ile uygulayan köktenci islam topluluğu olarak duyuruluyor. oysa 2009 baharında taliban, pakistan'daki svat vadisini ele geçirdiği zaman, the new york times, onlar varlıklı toprak ağaları ve onların topraksız kiracıları arasındaki derin ayrılığı sömüren bir sınıf isyanı düzenlediğini açıklamıştır. köylülerin zor durumundan yaralanarak taliban, new york times'ın kelimelerinde "büyük ölçüde derebeylik olarak kalan pakistan'da tehlikeye hazır olun" durumu yaratıyorsa, pakistan ve abd'deki hükümetlerinin, benzer şekilde, bu durumdan yararlanarak topraksız köylülere yardım etmeye çabalamasına kim engel oluyordu? yoksa, bu özgürlükçü hükümetlerin (neoliberallerin) doğal yandaşı, pakistan'daki feodal toprak ağaları mıdır? "

ya da ortadoğuya dönük Batı algısı neden bu tip vahşet haberleriyle övdükleri gizil şey yani -içi boş- çokkültürlülüğe saygı ve hoşgörü gibi kavramlar yani zaten bizim olan kavramlar için ne demeli. onların çok kültürcülüğü ve hoşgörüsü: "benim gibi olduğun sürece, farklı olmana saygı duyuyorum."
çok değil 50 yıl önceye gitsek bile görürürüz batı avrupa tarihinin hoşgörü ve insan hakları kökenini.

"afganistan son derece köktenci islami ülke olarak tanımlandığı zaman, 40 yıl önce güçlü seküler geleneği ile, sovyetler birliğinden bağımsız olarak iktidara gelen tek komünist partiye sahip olmuş ülke olduğunu kim hala hatırlıyor?"

(deniz şimşek'e bu kötü çeviriiçin teşekkür ediyorum)

bu seküler gelenekten geriye tripodu açıp kafa kesen, insanları taşlayarak idam eden bir avuç sapkın mı kaldı geriye? ya da avrupamerkezci gibi olmadan soralım seküler olmayan bir geleneğin ürünü müdür bu? seküler olmayan geleneğin mirası nereye gitti peki? zizek'in deyimiyle "Büyük sekizinci yüzyıl müslüman entelektüeli ebu hanife" nin "topluluk içindeki görüş farklılığı tanrısal merhametin bir göstergesidir" sözü bu sünniler için bir anlam ifade etmiyor mu artık?

bizim bazı aklı evvel gençlerimizse islam üzerinden lanet okuyor, göya akıllanıyor, medenileşiyor, yani serbest çoğulcu batılı normları kabullenmeyi geçtim, sahiplenip kendi özgür fikri zannedip savunuyor. müslüman olmak zorunda değilsiniz tabi sorun o değil. halbuki sizin gibi müslüman olmayan birisi için daha kolay anlaşılacak bir konuma sahipken yani normalde "kadın" olarak doğmanın bile ölümle karşılandığı bir çağda "kadın hakları" getirmiş -halbuki tartışması bile fikir sahibi olmamız için kafi olacakken- bir "dünya görüşü" için ucuz laflar etmek niye. o çağdaki çok eşliliği, köleliği bugünün keyfiyatıyla tartıştığını zannetmekten keyif alıyor. çünkü herkes biraz ilahiyat profesörü ya da fıkıha baştan sona hakimdir elbet.. ayrıca postmodern bir bireyin dünya algısına da sahipler daha nolsun. bunları duyunca da "lanet olsuun siyaset, din, politikalar umurumda değil insanlar ölüyorrr!" gibi popülist hümanist vıdıvıdıyıyla çemkirmiyo musunuz var ya el frenini çekip uçuruma ittiresim geliyo sizi.

sıdıka ve hayyama ise rahmeti, ölümlülerden değil allahtan diliyoruz.

jardel

jardel bırakmış futbolu. galatasaray'a gelen renkli oyunculardan biriydi kendisi. biz bu tip oyuncuları asla unutmayız. çok acaip golleri vardı. saçma bir transfer politikasıyla yollamıştık kendisini. bende onun oynadığı döneme ait forma var. pek mutluyum o yüzden. bizde oynayan garip, komik, renkli insanların formalarını alıcam artık. melo mesela.. melo forması lazım gerçekten..

son olaarakkk SÜÜPPERR MAARRRYOOO JAARDEELLL JARDELL !

Gündemi geriden takip edenler




muhteşem yüzyıldaki mohaç meydan muharebesi bölümünü izledim harbiden ayıp lan artık. tarihimizdeki en güzel meydan savaşıdır. neredeyse 90 dk da 250.000 kişilik orduyu yok etmişiz (cimbom oldboys vidyosu akıllara gelsin..) ilk kez bir meydan savaşında hareketli toplar kullanılmış, o da ceddimizin aklına gelmiş. ve acayip bir sağanak yağmur varmış zaten o zırh avantajı bataklıkta büyük bir dezavantaja dönüşmüş macarlar içün. tabi bu yüzden kazandık
demiyorum herhalde ben tarihçi değilim. lafı getirmek istediğim nokta kral lajosun altın zırhı içinde çamura batmış halde ölüsünün bulunması. rivayet o dur ki Kan
uni onu bu halde görünce: "hiç bir kimse böyle bir ölümü haketmez yazık oldu çok gençti ona değil de onu bu yola itenlere yazıklar olsun" benzeri bir şeyler demiş. ama dizideki savaş şeyini özellikle izledim bunların hiçbiri yok. üstelik lajosu sakallı makallı 40 yaşında adam oynuyo. ulan öldüğünde 20 yaşındaydı adam. o güzel kiyafetlerin detayları kadar böyle basit şeylere biraz özen gösterin ayıptır ulan.. bu arada hürrem de patates gibi manita hea



spartaküs de gansere yenilmiş ve ölmüş. allah rahmet eylesin. game of thrones var şimdi. drama olarak güzel aslında gene seksli meksli olaylar varmış sibel kekillili filan ama emmy alan cüce de harbi oynuyor lan. ben dışarda filan görsem pek uzun süre bakamam adama allah affetsin ben cücelerden hoşlanmıyom harbi ufakken bağıra bağıra kaçarmışım o zamanlardan beri görünce içim kıyılıyo bi garip oluyo tiksinme değil de fobi gibi bişey herhalde bilmiyorum.


cüceler, engelliler, sakatlar, eşcinseller vs. için biz normal insanlarıın onlara yaklaşma tarzı ya da etik anlayışından söz etmek istiyorum. acıyarak bakma şeyimiz var. ya da bu insanlar sevgi, anlayış gösterme zorunluluğu ideolojisi hakim. özürlü deyince kızıyo bazı normal insanlar niye lan özrü var işte. kelime oyunlarıyla insanlık mı gösterilir. ya da böyle bi insandan bahsederken ilk önce bu özellikleriyle tanımlamak hata zaten. cüce dedim mesela ben de adını bilmiyorum çünkü. yoksa başka bi sıkıntım yok. bu insanların tek eksiği sevgi, şefkat filan değil en başta insan gibi muamele. yani yeri gelince gülelim, kızalım, fikirlerine katılmayalım, dalga geçebilelim de hatta. özgüven böyle yerleşir. yoksa katıksız sevgiyle zor. mesela bi kere marketteyken ayağı olmayan bi kadın baya çirkeflik yapmıştı bana haksız amk ama sonra etraftaki insanlar da "ma
zur gör sakat zaten..." tarzı araya girdiler kadın bariz şekilde bu özrünü gözümüze sokarak bi savunma oluşturmuş belli. çıkarken sırıtışından bile anladım bunu. işte bu çok kötü bir şey bence. onun öyle bi savunmayla toplumda bulunma, var olma çabası, ona öyle davrananlar yüzünden. peki nasıl olmalı derseniz teori anlatırsam sıkılırsınız gene dizilerden örnek vereyim:
bu konudaki etik anlayış house'un bi bölümünde cüce anne-kızla olan diyaloglarını izleyin tam anlamıyla öyle davranmamız gerekir. ne özürlerini yok saymak, ne de saçma sapan sevgi şeysiyle bunaltmak.



eşcinseller meselesi daha da beter bu açıdan. toplumda gözlüklü, şişman, uzun, kısa, kıllı, kılsız, sarı, esmer vs. herkesin alaya alınma durumu varken kendi cinsine ilgi duymanın (ya da diğer bin türlü ıvırzıvır) sırf cinsel ilişki anlamında değil normal sevgililer gibi hareketlerin fikri gibi şeylerin komik gelmemesi gibi saçmalık olabilir mi. eşcinsellerle ya da transeksüellerle daha doğrusu dışlanmışlarla arkadaş olma geyiği de öyle mesela. sanki tropikal ev hayvanı gibi bi bakış seziyorum ben samimi değil çünkü. "ben senin ardını dövdürmeni kabulleniyorum canım." benim de arkadaşım vardı birgün gastesinde de yazıyordu hatta böyle entel baskısından sıkıldığını anlatıyodu ama ben bi kere dalga geçtim diye kızdı uzun yıllar oldu konuşmadık. ulan ben senin bu yönünle dalga geçicem tabi niye alınıyosun ama bu seni yok etmek istediğim anlamında değil tabi. normal ilişkiler bile cinsel malzeme olmuşken alınganlık yapmasalar özgüven olarak daha "sert" olurlar. yoksa banane amk istersen sandalyeye ilgi duy, seviş. fetişizm zaten hep var yani takılmayın bunlara. neyse asıl sorun kendini sadece cinsel tercihi yüzünden kabullenmekle dayatmaları. lan sen cinselliğinle mi varsın sadece. bu nasıl bir savunma güdüsü.
böyle saçmalık olur mu. önce insansın işte ben senle görüşürüm konuşurum el şakası yaparım kızarım küfrederim severim döverim cinsel tercihlerinle ilgili şakalar yaparım bu şaka ciddiye almak istemediğimi değil beni ilgilendirmediğini anlatmak içündür. bir de ne kadar tepki verirsen o kadar gizli ibne filan olma ihtimalin artıyo niyeyse. ( bu noktada, afedersin ama yarraaam, bu ucuz freudçu bastırılmışın dönüşü meselesini sen bana mı öğreticeksin lan? iş oraya gelirse ben sana lacancı psikanalizle açıklamaya bi başlarım çükün düşer.) bu da garip bi algı. demek istediğim özetle kendilerini cinsel yönleriyle öne sürmesinler, tanımlamasınlar. ayrıca bu konuyu genel toplum algısından mesela benim gibi benim açımdan, kafamda mesela çok itici duran şeyin itici olup olmadığına karar verme yetisi benim elimdedir. karşı taraf olarak bunu kabul ettirme girişiminde bulunmayan insanlarla normal iletişimde sıkıntı yok zaten.ama sanane benim algımdan. benim sarışınları pek sevmemem seni alakadar eder mi mesela? hatta o arkadaş şey demişti "farketmişsindir ben geyim" dedi ben ne diyim şimdi "eee?" derim buna. benden mi hoşlanıyon derim en fazla biraz ürkerim bırakta biraz ürkelim. sonra zaten düşününce aman banane amk neyse ne lan ben de klasik mavi renk kot giymem mesela diyorum içimden.
bizde de var tabi gey mey olunca etrafta sanki bizi hemen arzuluyo zannediyoruz. gerçi ben çekici bi insanım ama neyse hatta kızların bayıldığı erkeklerin çoğu gey bu bize olan talebi arttırıyor diye düşünenlere kulak vermek gerekir. yani tavır konusunda örnek olarak gene dizilere bakarsak "shameless" dizisindeki gey elemanla kardeşinin muhabbeti buna örnektir.
ha bu popülist bi tartışma tabi ama günlük tartışma alanında sıkça rastlıyoruz ayar oluyorum artık.
bu mesele tarih boyunca elbette görülmüş hatta ünlü şahıslara filan atfedilir. milyonlarca yıllık "normal ilişki"kavramı da kafalarda bir anda düzelmez herhalde. mesela bunun insanlığın ortak genetik mirası konusuyla ele alınmalı. gene dizi şeysi olan barney tipinin çocuğu varmış. bu iş baya sıkıntılı. işte. bu çocuklar "normal aile" kavramı dışında bir ortam olacak. olumlu ya da olumsuz yorum yapmak istemem onun yerine çocuk kime baba diycek kime anne demeli filan diye komikliklerden bahsetmek isterim.

Naber lan orospu çocuğu? #2